MÜSLÜMANLAR ARASINDA İTTİFAKIN ESAS ŞARTLARI-Rüştü Tafral

MÜSLÜMANLAR ARASINDA

İTTİFAKIN ESAS ŞARTLARI

Mü’minler arasında ittifak ve vifak şarttır. Bu ittifakın esasları ve şartları İslamiyetin Temel Prensiplerine bağlı olmayı iktiza eder:

 

 

ESASLARDA İTTİFAK ZARURİDİR

Şöyle ki: «Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre  hesabına  hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor.  Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.» (Mektubat sh: 268)

 

«S – Âlem-i İslâmdaki ihtilâfı tâdil edecek çare nedir?

 

C – Evvelâ: Müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik… Zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa-ki zaman dahi pek çok yardım ediyor-o ihtilâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.

 

Esefâ, gaye-i hayalden tenâsî veya nisyan olmakla, ezhan ene’lere dönüp etrafında gezerler. İşte gaye-i hayal, maksad-ı âli bütün vuzuhuyla meydana atılmıştır.» (Sünuhat Tuluât İşârât sh: 83)

 

«BİRİNCİ NÜKTE: “Kur’ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor müfessirler hakikatini anlamamışlar” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir.

 

Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: “Kur’ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat

kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.”

 

Evet, zaman geçtikçe Kur’ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. [2] fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar.

 

Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menbaı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbni Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur’ân’ı, muan’an senetle müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.» (Mektubat sh: 388)

 

ESASAT-I ŞERİATI ESAS TUTMAK

«Makamât-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın makamâtının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer, kendini o evliya-yı azîmeden daha azîm görür, belki enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer.

 

Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için, usul-ü imaniyeyi ve esâsât-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde itham etmekledir.» (Mektubat sh: 455)

 

«Şeytanın evvelki desiselerine karşı mü’minin tahassungâhı, muhakkıkîn-i asfiyanın düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur’âniyedir.» (Lem’alar sh: 75)

 

«Ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemat kalesine gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul.» (Lem’alar sh: 78)

 

«Ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemâtı Kur’âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a’mâl ve hâtırâtını tart. Ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap. Ve Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm de, Cenâb-ı Hakka ilticada bulun.» (Lem’alar sh: 89)

 

«Bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve Usulüddin ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini itham etmektir.» (Mektubat sh: 447)

 

 Evet, «Mâlikinin izni olmaksızın Onun mül­küne el uzatma. Binaenaleyh, gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa, istediğin şeyi al ve yap—fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşîetini de Şeriatından öğrenirsin.» (Mesnevi-i Nuriye sh: 82)

 

«Hâdisât-ı zamaniye bahanesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet‑i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i

asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 77)

ZARURİYATTA İCTİHAD OLAMAZ

«Peygambere bildirilen umûr-u gaybiye, bir kısmı tafsil ile bildirilir. Bu kısımda hiç tasarruf edilmez ve karışamaz: Kur’ân’ın ve hadis-i kudsînin muhkematı gibi.» (Şualar sh: 579)

 

«Dinin zaruriyâtı ki, içtihad onlara giremez çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler.» (Sözler sh: 480)

 

«O kısım ehl-i dalâlet baktılar ki, müçtehidînlerle iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki, yalnız nazariyât-ı diniyedir. Halbuki, bu kısım ehl‑i dalâlet, zaruriyât-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. “Onlardan daha iyiyiz” deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü, müçtehidîn, nazariyâta ve kat’î olmayan teferruâta karışabilirler. Halbuki, bu mezhepsiz ehl-i dalâlet, zaruriyâtı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve kat’î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette, zaruriyât-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan Sahâbelere ilişecekler.» (Sözler sh: 496)

 

«Din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, Füruatı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib‑i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar.

 

Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zaruriyât-ı diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “muhkemat” denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor, [3]  ka­ide­sine dahil oluyor.» (Mektubat sh: 435)

 

ZAHİR-İ ŞERİATA MUHALEFET EDİLEMEZ

«…..sırrıyla, ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola.» (Kastamonu L. sh: 195)

 

«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: [4]  Yani,  [5] sırrıyla, kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalâlettir, ateştir.

 

Sünnet-i Seniyyenin merâtibi var. Bir kısmı vâciptir, terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâda tafsilâtıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez.» (Lem’alar sh: 53)

 

SARİH BEYANLARIN HÜKÜMLERİNDE TE’VİL YAPILAMAZ

«Halk-ı şer, şer  değil belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer… 

 

Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer, şerdir ve çirkinin icadı çirkindir” diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler.» (Lem’alar sh: 76)

 

«Kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hadiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’ân’ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 75)

 

«Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o derece (cennetteki) cismanî lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, başka tevillerle mânâ-yı zâhirîyi kabul etmemek imkân haricindedir.» (Şualar sh: 229)

 

«Ey insafsız hey’et! Eğer her asırda üç yüz elli milyonun kudsî ve semâvî rehberi ve bütün saadetlerinin programı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tesettür ve irsiyet ve teaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeâir‑i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur’âniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini ve umum şeyhülislâmları suçlu yapmak..»tır. (Şualar sh: 432)

 

«Sarahat-ı Kur’aniye te’vil kaldırmaz.» (Osmanlıca Lemalar. sh: 125)

 

«Ey aklı nakl üzerine tercih eden mütefelsif, bil ki! Sen kendi felsefî aklınla nakli tevil ediyor, belki de tahrif ediyorsun. Öyledir, zira gururdan ve felsefiyatta tegalguldan tefessüh etmiş olan aklın ona dar gelir.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 191, Tercüme: A. Badıllı)

 

«Hazret-i Ali’nin hilâfetinin teahhur etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvâmın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisâtın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi harikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzımdı ki dayanabilsin. Evet, dayandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi, “Ben Kur’ân’ın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.”» [6] (M: 99)

 

NAKLÎ DELİLLERE TESLİMİYET ESASTIR

«Mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder.» (Sözler sh: 276)

 

«Ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mezhebinde bir şeyin şer’an çirkinliği, pisliği, nehy-i İlâhî sebebiyledir.» (Mektubat sh: 39)

 

«Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “Aklımız bize yeter” deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler?   Halbuki, akıl ise sana ittibâı emreder. Çünkü bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.» (Sözler sh: 386)

 

«Kur’ân’ın hakaik-ı İlâhiyeye dair beyanatı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat‑i âlemin muammâsını açan beyanat-ı kevniyesi, ihbârât-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü, o hakaik-ı gaybiyeyi, hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları o mesâilin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur.

Hem Kur’ân gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye ve o hakaik-ı kevniyeyi beyandan sonra ve safayı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder, Kur’ân’a “Bârekâllah” der.» (Sözler sh: 406)

 

«İslâmiyetin dairesine Selef-i Sâlihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir…

 

Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler.

 

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır…

 

Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor.  Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyleyse şeriat namına içtihad edemez.» (Sözler sh: 482)

 

«Şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvat ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale ve o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.» (Sözler sh: 483)

 

«Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.» (Mektubat sh: 81)

 

«Şu meseleden anlaşılıyor ki, derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl‑i velâyetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil, Kur’ân’a ve vahye, gaybî f akat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez.

 

Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavânin-i hadsiyeleridir.» (Mektubat sh: 83)

 

«Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.

 

İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıble­nâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveseler­den, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmamı Rabbanînin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim.» (Lem’alar sh: 50)

 

İşte birkaç kısa nümuneler olarak nakledilen yukarıdaki ifade ve beyanlarda sarahaten görülüyor ki, Dinde, te’vil kaldırmaz ve bağlayıcı bazı hüküm ve düsturlar ve mukarrer kaideler, muhkemat ve esaslar vardır. Bunlara iman ve teslimiyet şart ve zaruridir. Aksi halde Şerî’at dairesinden çıkmak tehlikesi doğar. Teferruat sayılan hükümler ise bu esaslara ters düşemez.

 

İşte bu gibi esaslarda bütün Müslümanların ittifakı mecburî olduğundan bu esaslar sağlam bir İslâm Birliğini tahakkuk ettirir.

 

Dinî cemaatlerde sözü geçerli olan şahıslar, bu gibi esasları ve bu esaslarda birleşmenin zaruret ve elzemiyetini tekraren beyan ve telkin etmeleri icab eder.

 

Dinî cemaatler de kendi içlerinde aynı kaide ile, yani meşru meslek esaslarında ittifak etmeyi esas almalıdırlar. Çünkü başka meşru bir ittifak yolu yoktur.

 

Esaslara muhalefet edenlerle hak ve şer’i mânâda ittifak etmek ve hizmet beraberliğinde olmak, aynı hatayı desteklemekle aynı suça ortak olmayı netice verdiğinden ittifak edilemez.

 

«Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.» (Sözler sh: 172)

 

«Bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.» (Şualar sh: 202)

 

«Zulme rıza zulümdür taraftar olsa, zâlim olur.  Meyletse [7]  âyetine mazhar olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 207)

 

«İKİNCİ NOKTA: ……âyet-i kerimesi fermanıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.» (Mektubat sh: 361)

 

«Küfre rıza küfür olduğu gibi dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir.» (Emirdağ Lahikası -ll sh: 175)

 

«Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler “Biz buna müstehakız” derler.» (Kastamonu Lâhikası sh: 25)

 

Bunlar gibi hayli ifade ve beyanlar açıkça gösteriyor ki, Şer’î kaidelere muhalif düşen faaliyetlerde bulunanlarla beraberlik veya taraftarlık yapılamıyor.

 

Keza iyi niyetli Dinî Cemaatlerle ittifak için, Şer’iatın yasakladığını yasak, serbest bıraktıklarını serbest görüp, ona göre hareket etmeyi­­ ifade eden “hürriyet-i şer­’iye” ile beraber, anarşiye kapı açan menfî hareketleri terketmeyi şart koşan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

 

«Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.

 

Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muhafaza etmektir.

 

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak birinde hatâ bulunsa, müfti‑i ümmet olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 98)

 

Yani, çözüm isteyen teferruat meselelerindeki ihtilafın, Usul-i Şeri’ata ve Şeri’atın temel kitablarına istinaden halledilmesini ister. Aksi halde meşru ittifakın sağlanamıyacağını bildirir.

(Esasat-ı Nuriye, Giriş Bölümünden, İttihad Yayıncılık)

 

[2]  Nahl Sûresi, 16:103.

[3] “Okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkarlar.” Bu­harî, Enbiyâ: 6; Menâkıb: 25; Meğâzî: 61; Fedâilü’l-Kur’­ân: 36; Edeb: 95; Tevhid: 23, 57; İstitâbe: 95; Müslim, Ze­kât: 142-144, 147, 148, 154, 156, 159; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Tirmizî, Fiten: 24; Nesâî, Zekât: 79, Tahrîm: 26; İbni Mâce, Mukaddime: 12; Muvattâ’, Messü’l-Kur’ân: 10; Müsned, 1:88, 3:5, 4:145, 5:42. (Hazırlayanlar)

[4] Müslim, Cum’a: 43; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Ne­sâî, Î’deyn: 22; İbn-i Mâce, Mukaddime: 6, 7; Dârimî, Mukaddime: 16, 23;  Müsned, 3:310, 371, 4: 126, 127.

[5]  Mâide Sûre­si, 5:3.

[6]   el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:244; Müsned, 3:31, 33, 82; İbni Hibban, Sahih, 9:46, no. 6898.

[7]   Hûd Sûresi, 11:113.

 

Rüştü Tafral

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir